Emma, Anna ve Bihter


Gustave Flaubert’in 1857’de yayımladığı ilk romanı Madame Bovary evli bir kadının yaşadığı yasak aşkı anlatır. Bir Flaubert hayranı olduğu bilinen Lev Tolstoy ise aynı konuyu 1877’de yayımladığı Anna Karenina’da işler. Evli bir kadının yasak aşkı bir Türk romanına da konu olur: Halit Ziya Uşaklıgil’in 1900’de yayımladığı Aşk-ı Memnu.

Madame Bovary, 1857’de Fransa’da yayımlandığında tarihsel açıdan ilk Türk romanı sayılan Taaşşuk-u Talat ve Fitnat’ın yayımlanmasına daha 15 yıl vardır. Fethi Naci’nin “yazınsal olarak ilk Türk romanı” diye tanımladığı Aşk-ı Memnu ise ancak 43 yıl sonra yazılabilecektir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk romanın geç gelişmesini şöyle açıklar: “Türk hikâyesinin değişebilmesi için bireyin değerlenmesi gerekti. Modern roman bireyin üzerinde döner... Türk romanının başlangıcındaki olanaksızlıklara kadın ve erkeğin bir arada yaşamaması, hayatın kapalı ve tek yönlü olmasını da eklemelidir… Bireyin söz konusu olduğu her yerde mutluluk sorunu kendiliğinden ortaya çıkar ve iş dönüp dolaşıp aşka gelir. Eski efsane doğrudur: İnsanoğlu kendisini tamamlayacak olan yerini arar.” Bu şartlar altında, Türk Bihter, Fransız Emma’dan 70, Rus Anna’dan 30 yıl sonra yasak aşkı ancak aileden bir erkekle yaşayabilir.

Bu üç romanı, konuları dışında birleştiren başka ortak noktalar da vardır. Üç erkek yazarın, baş kadın kahramanlarını anlamakta gösterdikleri çaba ile yasak aşka sürüklenişlerindeki nedenleri, mutsuzluklarını, çıkmazlarını ve hayatlarına son verme kararlarını bir kadın gibi hissedip bize aktarmalarıdır. Romanın kadın karakteriyle özdeşleme çabası ve samimiyeti Flaubert’e “Madame Bovary benim.” dedirtmiştir. Dönemin Fransa ve Rusyası’nda Flaubert ve Tolstoy için kadın davranışlarını gözlemlemek sorun olmasa gerek. Ancak 19. yüzyılın sonunda, kapalı bir toplumda aileden olmayan kadınların duygularını ve davranışlarını anlamaya çalışmak Uşaklıgil için oldukça güç olmuş olmalı. Uşaklıgil, 1943’te Suut Kemal Yetkin’e yazdığı bir mektupta bunun ipuçlarını verir. Aşk-ı Memnu’daki karakterlere benzer kişileri tanıdığını, İstanbul’un belli çevrelerinde, özellikle Boğaziçi’nde Melih Bey takımını andıran ailelerin olduğunu anlatır.

Bir diğer ortak nokta da yazarların ayrıntılara gösterdikleri titiz dikkatteki başarılarıdır. Mükemmeliyetçiliği ile ünlü Flaubert, Emma’nın tırnaklarını anlatırken bademe benzetir. Tolstoy, Anna’nın meşhur kırmızı çantasını ve içindekileri ancak öyle bir çanta kullanmış bir kadın gibi anlatır. Uşaklıgil, Melih Bey takımının giyim kuşamının benzersizliğini bir kadın gözü inceliğiyle tarif eder. 

Romanlardaki benzerliklere karşın baş kadın kahramanlar kişilikleri, ait oldukları sosyal sınıf, âşık olma sebepleri ve hayatlarına son veriş şekilleriyle birbirlerinden ayrılırlar.

Flaubert’in Emma’sı taşra hayatının sıkıcılığından kaçmak için sürekli romantik romanlar okur. (Flaubert pek beğenmez Emma’nın okuduklarını.)  Romanlardaki gibi bir hayatı olmadığı için de mutsuz olur. Sığ ve bencil bir kadındır, her şeyden kolayca etkilenir. Lüks bir hayat ve aristokrat bir sevgili hayali kurar. Emma önce düşler, uygun birisiyle tanışınca da onu düşündeki âşık rolüne sokar. Bu âşık yeri gelir Rudolphe olur yeri gelir Léon.

Emma’nın aksine Anna Kont Vronski’yle tanışıncaya kadar yirmi yaş büyük kocasıyla ve oğluyla mutlu bir hayat sürdüğüne inanır. Vronski ile tanışınca gerçek aşkı keşfeder ve tutkuyla yaşar. Rus sosyetesinin bir kadına izin verdiği en üst ölçüde kültürlü ve eğitimlidir, üst sınıftandır ve lükse sahiptir. Rus sosyetesinde kabul edilebilecek şekilde gizli kapaklı bir aşk yaşayacakken doğrucu ve tutkulu doğası yüzünden sosyeteden dışlanma ve çocuğunu kaybetme pahasına da olsa aşkını açık bir şekilde yaşamayı tercih eder. 

Bihter ise yoksulluktan bunaldığı için 22 yaşındayken kendisinden büyük Adnan Bey’le parası için evlenmiştir. Böylece istediği her şeye sahip olabilecektir. Bihter, çapkın Behlül tarafından kandırılır.

Emma, Anna ve Bihter birbirinden farklı karakterlere sahip olup birbirinden farklı aşklar yaşasa da sonunda yaşadıkları trajedi aynıdır. Üç kadın da tutkulu aşklarına aynı şekilde karşılık veremeyen erkekler tarafından hayal kırıklığına uğratılır.

Romantik hayalleri suya düşen Emma, aşığı yüzünden girdiği borç yükünden ve aldatmanın vicdan azabından kurtulmak için kendini zehirleyerek öldürür. Vronski’nin aşkından şüphe etmeye başlayan Anna hem ondan hem de kendisini dışlayan sosyeteden intikam almak için hayatına son verir. Bihter ise Behlül’le olan ilişkileri duyulunca başka seçeneği kalmadığı için minik bir silahla kendini öldürür. Nabokov kendine özgü aşırı detaycılığıyla Anna Karenina’ya yazdığı sonsözde şöyle söyler: “Anna, 1876 Mayısının güneşli bir pazar akşamı, Emma’nın ölümünden 45 yıl sonra kendisini istasyona girmekte olan bir yük katarının altına atar.” Üç erkek yazar da yasak aşk yaşayan evli bir kadının neler yaşayacağı ve sonunun ne olacağı konusunda hemfikirdir. 

Flaubert, 1850’de İstanbul’a geldiğinde henüz yazmadığı bir romanın 50 yıl sonra İstanbul’da yazılacak bir romana ilham vereceğini düşünebilir miydi?