Film Eleştirisi: Bir Avuç Deniz



- Filmin sonuna dair ayrıntılı bilgi içerir. -

İlk sahnede, Columbia’dan mezun olup İstanbul’a ailesinin yanına dönen Mert’i salondaki piyanoda tek elle “Love Story”i çalarken görüyoruz. Biz daha “ne kötü çalıyor” diyemeden annesi Rana Hanım oğlunun bu konudaki başarısızlığını ve çocukluğunda onun için ne kadar uğraştığını itiraf ediyor. Yönetmen, otoriter, çocuğuna âşık anne karakterini yaratmaya daha ilk sahneden başlıyor, Rana karakterinin bu kadar başarılı çizilmesinin sırrı belki de bu erken girişimde yatıyor. Aslında bu kadar zahmete gerek yoktu, eğitimli, modern, burjuva anne rollerinin değişmez oyuncusu Ayda Aksel’i görünce karakteri az çok çıkarırdık biz de. Anlıyoruz ki Mert piyano sevdasından çocuklukta vazgeçmiş ve o gün bugündür de aile evine uğramamış. Nereden mi biliyoruz, çocuklukta çaldığı piyanonun hala salonda durmasına şaşırıyor da oradan. Filmin burası gizemli bırakılmış, Mert’in bu süre içinde neden eve hiç gelmediği filmin sonunda da açıklığa kavuşmuyor.
Rana Hanım’ın orkide yetiştirerek kocası Cengiz Bey’in ise kötü manzara resimleri yaparak kazandıkları servet sayesinde aile boğaza nazır üç katlı bir evde yaşıyor, oğulları Porsche kullanıyor. Bir de Rana Hanım arada müzeye gidiyor, tabi burjuva bir insan olduğu için sizin benim gibi gezmek için değil, ne olduğunu tam anlayamadığımız bir görev için gittiğini tahmin ediyoruz. Servetin bir kısmı da buradan geliyor olabilir.
Ailenin kültürlü bir burjuva ailesi olduğunu akşamları klasik müzik dinleyip kitap okumalarından anlıyoruz. Rana Hanım, orkide bilgisini arttırmak için bu konuda İngilizce kitaplar okuyor, mecburen İngilizce çünkü Türkler bu konuda geri kaldığı için literatürde henüz Türkçe kitap yok. Orkide yetiştirme sempozyumlarının 4. sünün yapılmasına rağmen böyle bir yayının olmamasının ayıbına dikkat çekiyor yönetmen burada. Rana Hanım’ın 10 kadar saksıdaki orkideleri, salon bitkisi olmasına rağmen, bahçede yetiştirmesini ise muhtemel kolej yıllarının üzerinden uzun yıllar geçmesine, dolayısıyla İngilizcesi’nin zayıflamasına bağlıyoruz. Ya da yönetmen burada ülkemizdeki İngilizce eğitimlerinin yetersizliğine dikkat çekiyor. Burası seyirci yorumuna bırakılmış.
Mert, kız arkadaşı Dilek ve kendileri gibi zengin arkadaşlarıyla (zenginler zenginlerle takılır) çıktığı tekne tatilinde Deniz’le tanışıyor. Deniz’in elinden düşürmediği fotoğraf makinesi için “ekmek teknem” demesi, bize filmin burjuva sınıfının içine düşmüş proleter bir kızın hikâyesi şeklinde devam edeceğinin sinyallerini verse de çok geçmeden yanıldığımızı anlıyoruz. Deniz de bu burjuva sınıfının üyesi ama kendisi özgür ruhlu ve çılgın bir kız olduğundan sınıfından ayrılıyor. Muhtemelen hepsinin sahipleri arkadaşları olan teknelerde, birinden diğerine atlayarak, seyahat etmesi, tanımadığı bir düğüne girip rakı içmesi, gece denizde çıplak yüzmesi bize özgür ruhunun ipuçlarını veriyor. Dostoveyski (Karamazov Kardeşler) okumasından, La Dolce Vita seyretmesinden, Nietzsche bilmesinden ve tabi ki felsefe mezunu olmasından Deniz’in kültürlü bir kız olduğunu da anlıyoruz. Teknede yemek masasında yaptığı konuşma sıradan seyircinin algı kapasitesinin çok üstünde olsa da konuşmanın sonunda Mert’in gözünün içine bakarak “tek istediğiniz bir avuç deniz” dediğinde mesajı anlıyoruz. Yönetmenin zekâsına eriştiğini düşünen her sıradan seyirci gibi bu buluşumuz bizi mutlu ediyor, zekâmızla gururlanıyoruz. Mert Columbia mezunu olduğundan mesajı tabi ki bizden önce anlıyor ve gecenin sonunda ikisi de muratlarına eriyorlar.
Mutluluğu sembolize eden Dilek’i bırakıp özgürlüğü sembolize eden Deniz’i tercih ediyor Mert. Bu değerli tespit tabi ki yönetmenin kendisine ait. Deniz’in özgürlüğü sembolize ettiğini örnekleriyle görsek de Dilek’in mutlulukla ilişkisi filmde kurulamıyor ancak yönetmen böyle bir açıklama yaptıysa (siz de açıklamaları okumadan gitmeseydiniz filme) bize de inanmak düşüyor. Yönetmenin felsefi derinliğini de “aslında filmin temel sorusu” dediği bu çelişkiyi yansıtmadaki becerisinde görüyoruz. Hayatın bizi özgürlükle mutluluk arasında bir seçim yapmaya zorladığını, Karamazov Kardeşler’in de (hatırladınız mı Deniz okuyordu, nasıl gönderme ama) konusunun bu olduğunu, güncel politikada da bize dayatılanın bu olduğunu söyleyerek (filmde değil ropörtajda) kafalarımızda bir ışık yakıyor.
Deniz’in farklı ve tabi ki güzel olması Mert’in ona olan ani ilgisini az çok açıklıyor ama Mert’te Deniz’in ne bulduğunu anlayamıyoruz. Yönetmen burada Engin Altan Düzyatan’ın yakışıklılığına güvenmiş olacak. Önce Mert ve Dilek sonra Mert ve Deniz bizim nedenini ve koşullarını anlayamadığımız burjuva kavgaları yapıyorlar, bazılarının arka fonunda klasik müzik çalıyor, bir tanesi slow motion.
Deniz’in babası da kendisi gibi özgür ruhlu ve modern bir insan olduğu için intihar eden kızını ziyarete geldiğinde öyle normal babalar gibi üzülmüyor, daha önce de olmuştu zaten diye Rana Hanım’ı rahatlatıyor. Hastane parasını ödeyip hemen ayrılarak hem geleneklerimizde olan “hasta ziyareti kısa olur”a bir gönderme yaparken hem de modern, burjuva bir baba olmanın hakkını veriyor.
Filmin sonunda özgürlük, yani Deniz cezasını buluyor ve Rana Hanım’ın önce balkondan itmesiyle, sonra da burnunu sıkmasıyla hayata veda ediyor.
Leyla Yılmaz bu filmi burjuva sınıfını eleştirmek için yapmış, filmi hakkında söylenen “son Marksist film” yakıştırmasını da alçakgönüllülükle kabul ediyor. En büyük dertleri, “tekne alsana”, “sıkılırsam ne olacak”,  “satarsın”, “aman al sat kim uğraşacak” olan, bütün kızların güzel, erkeklerin yakışıklı olduğu, 30’una varmadan bir şirkete tepe yönetici olunabilen, boğazda oturulup Porsche’e binilen, Göcek’e lüks teknelerle gidilen burjuva sınıfından hemen soğuyor seyirci.
Filmi anlamayan bazı eleştirmenler oldukça acımasız eleştiriler yapmış olacaklar ki, Leyla Yılmaz bunlara Mevlana’nın şu sözüyle tokat gibi bir cevap veriyor: “anlatabildiğin karşındakinin anlayabildiği kadardır”. Bence bu kadar, daha fazla açıklama yapmasına gerek bile yoktu ancak çok sinirlenmiş olmalı şunları da söylüyor. “Bu film faşizmi mi savunuyor, silahlanmayı mı özendiriyor, feodal değerleri mi yüceltiyor, kadın düşmanı; eşcinsel düşmanı bir film mi? Bunların hiçbiri değilse ve bir yönetmenin varını yoğunu dökerek ortaya çıkardığı ilk filmiyse; bu akıl almaz öfke niye?” Bence filmden de değerli olan bu sözleriyle hem film eleştirisine yepyeni standartlar getiriyor hem de ilk filmini çekmek isteyen milyonlarca iyi niyetli insana cesaret veriyor.
Leyla Yılmaz hem burjuva sınıfını, Beyaz Türkleri çok iyi tanıyan hem de Dostoyevski, Nietzsche, Mevlana, Halikarnas Balıkçısı bilen, Pearl Jam’e senaryoyu okutturup (menajerinin yanında staj yapan bir Türk genci okumuş diyorlar çekemeyenler) Indifference şarkısının kullanım hakkını almış, kültürlü, başarılı, iyi niyetli bir yönetmendir. Bu kadar eleştirilmesi haksızlıktır.
Kendisinin film çekmekte gösterdiği cesareti bana da ilham verip ilk film eleştirimi yazdırdığı için kendisine ayrıca teşekkür ederim.